FIYKI HOCA/MUSTAFA ÇAKIR.
Merhaba dostlarım, sakın isme bakıp da kendini yazıyor sanmayın, Allah Rahmet etsin, Fıykı Hoca ile aynı adı ve soyadını taşımaktan her zaman gurur duymuşumdur.
Bugün anladığınız gibi Fıykı hocadan/Mustafa Çakır (bundan sonra sadece hoca diye yazacağım) bahsetmek istiyorum.
Doğum tarihini tam olarak bilmiyorum ama, sanırım 1925-1930 seneleri arasındadır. Köyümüzde yetişen ve bir çok insanın yetişmesinde emek sahibi olmuş değerli bir hocamız. Aynı zamanda akrabamız olur. Aynı mahallede evlerimiz birbirine yakındı(eski köyde). Kendini iyi yetiştirmiş, yıllarca köyümüzde Camii ve Kur'an Kursu hocalığı yapmış, sayısız talebe yetiştirmiş, disiplini seven, her zaman ciddi bakışlarını eksik etmeyen, sululuğa ve yalana hiç bir zaman imkan vermeyen gerçek bir hoca.
Görünüş itibari ile sert bir yapıya sahip olmasına rağmen, aslında altın gibi bir kalbi olduğunu herkes bilir, bu nedenle köyde sevilir ve sayılırdı. Eğitim zamanı çok disiplinli, kaçanları yanlış okuyanları asla affetmezdi. Eski hocaları tahmin edersiniz, sopa Cennetten çıkma dedikleri için olsa gerek, çok severlerdi dayak atmasını. Fıykı Hoca kolay kolay dövmezdi ama dövdüğü zamanda kimseyi ayırmaz, canı yanacak, kafası yarılacak diye de düşünmeden indirirdi sopayı. Benim zamanımda iki tane sopası vardı. Birinci sopası 1,5 metre, ikinci sopası da 3 metre civarındaydı. Kısa sopasını yakındakilere, uzun sopayı da uzaktakılere kullanırdı. Eski köy mektebini bilenler vardır içinizde, oturduğu yerden kalkmadan uzun sopasıyla işini görürdü.
Ya bu hoca da amma dayakçıymış diyenleri duyar gibi oluyorum. Ama gerçekten olur olmaz dövmezdi, dövmeyince de eğitim olmuyordu ki (onlar öyle düşünüyorlardı). Zaten mektebe çocuğunu verenler, hoca eti senin kemiği benim demiyorlar mıydı?.
Birazda bu tür konuşan ana ve babalardan kuvvet alarak atıyordu dayakları herhalde. Zaten kimse de benim çocuğumu dövmüşsün diye eleştirmezdi ki hocayı.
Dayağını bir tarafa bırakacak olursak, dini konularda, çok bilgili olduğu kadar, genel kültürü de iyiydi. Onun yaşlarında olup da köy dışına onun kadar çıkan yoktu, o tarihlerde. Köyümüzde emeği geçmediği kişi yok gibidir. Köyün gençleri ilk bilgilerini hep ondan almışlardır.
Bende, altı ay kadar O'ndan ders aldım. Tam ezana geçmitim ki, benden önce ezan okuyan kardeşinin oğlu Şerafettin Baş'ın kafasını sopayla yanlış okudun diye yarınca, ertesi gün gitmedim bir daha. Aslinda gidebilseydim, belki biraz daha bilgi sahibi olacaktım ama kardeşinin oğlunu böyle döven yarın beni kim bilir nasıl dövecekti? korkusu yüzünden gidemedim.
Güzel günlerdi o günler, bir elimize içinde "ELİF" kitabı olan çantamızı, diğer elimize de bir odun parçası alarak okula giderdik. Odunu ısınmak amacıyla götürürdük. Hoca gelir gelmez ses kesilir, hocanın başla komutu ile başlardık yüksek sesle okumaya. Bir uğultudur, giderdi. Herkes başka birşey okurdu. Bazen topluca aynı yerleri okuduğumuz da olurdu, tabii. Belli bir zaman sonra tek tek hocanın karşısına geçer, öğrendiğimiz yerden sınava tabi tutulurduk. Eğer iyice öğrenmişsek bir sonraki konuya geçerdik, yoksa aynı konuya devam ederdik.
Aynı ismi taşıdığımız için beni ayrı severdi. Ama yine de kendisinden hem çekinir hem de korkardım. Korku demeyelim de saygı dersek daha iyi olur sanırım.
Köyde kimin sorunu olsa, ona giderdi. Dargınları barıştırır, herkese yol gösterirdi. Yani sözü dinlenir, bir kişiydi.
Biz zaman sonra ailece KIRIKKALE!ye taşındılar. Orada vefat etti. Büyük Oğlu Bahri abi ile benden büyük olmasına rağmen, o sıralarda bizim köyde Orta okulda okuyan tek ben olduğum için iyi arkadaştık. O'da dışardan Orta okul sınavlarına hazırlanıyordu.
Orta okulu ve Liseyi benimle birlikte bitirdi. Ama daha fazla okumaya ömrü yetmedi ve onuda kaybettik genç yaşlarda. Allah ona da rahmet eylesin. İyi bir insandı.
Söz Bahri abiden açılmışken, oğlu Sebahattin'den bahsetmeden geçmek olmaz. Ne iyi bir çocuktu, saygılı, efendi, oturup konuşmasını bildiği kadar, büyüklerine karşı saygıyı, küçüklerine karşı da sevgiyi eksik etmezdi. Babasının okumaya ömrü yetmediği için okumaya ayrı bir önem vermiş ve bana Mustafa Abi okuyacağım ve mutlaka Kaymakam olacağım demişti. Okudu, Kaymakam da oldu. Hatta Vali muavinliğini de birlikte yürüttü. Sonra ne oldu, acı bir haber aldık, Sebahattin Çakır, bir Trafik Kazası sonucu hayatını kaybetmişri, geride iki küçük ikizini bırakarak. Yüreğimize ateş düştü, önce inanamadık, ölecek insan değil gibiydi. Henüz çok gençti, hayatının baharında, millete ve devlete çok görevler yapacaktı daha. Ama ölüm ! ne zaman nerede geleceği belli olmuyor ki. Trafik kazasının ayrıntısını öğrenemedik, bir türlü. Gerçekten trafik kazasımıydı. Bu soru beni hep rahatsız etmiştir, rahatsız olmaya da devam edeceğim. Sebahattin'in ölümü beynimin bir kçşesinde hep bir soru işareti olarak kalacaktır. Allah O'na da rahmet eylesin, ailesine ve yakınlarına sabırlar. Kolay değil ki. Bu durumda ne söylenirse hepsini söylemek istiyorum ama, yazmak için ellerim gitmiyor bir türlü. Gerçekten kardeşim gibi sevdiğim bir yakınım hakkında yazmak, hele hele O'nun ölümü hakkında yazmak çok zor. Allah'tan sabır ve metanet dilemekten başka çaremiz de yok.
Evet, dostlarım, Fıykı Hocanın, Bahri Çakır gibi bir evlat ve Sebahattin Çakır gibi de bir torun yetiştirmekle ne kadar değerli bir insan olduğunu kanıtlıyor. Fazla söze ne hacet.
Bu vesile ile, Fıykı Hoca, Bahri Çakır ve oğlu sevgili kardeşim Sebahattin Çakır'a Allah'tan rahmet, kederli ailesine ve tün yakınlarını sabırlar diliyorum.
Bir sonraki yazımda buluşmak üzere, sevgi ve saygılarımla, hoş ve esen kalın.18.11.2008.İstanbul.
Mustafa Çakır.